
Tarih ve Maneviyatın Buluştuğu Kitap: Peygamberin Sevgili Torunları Seyyidler-Şerifler
Tuba Rahmet Ekinci
Haberayrıntı'nın kıymetli okurları, bu hafta sizlerle, tarih ve maneviyatın kesiştiği kıymetli bir eseri paylaşmaktan onur duyacağım.
Fırat Üniversitesi Tarih Bölümü hocalarımızdan Prof. Dr. İbrahim Yılmazçelik’in kaleme aldığı “Peygamberin Sevgili Torunları Seyyidler-Şerifler ve Osmanlı’da Nakîbü’l-eşrâflık Müessesesi” adlı eseri buluşturuyorum. Ehl-i Beyt sevgisini tarihsel belgeler ışığında ele alan bu çalışma, manevi ve ahlaki boyutunu görmemize yardımcı olan bir eser niteliğindedir.
Kitap, özellikle Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in soyundan gelen seyyidlerin İslam toplumundaki yeri üzerine yoğunlaşıyor. Ahzab Suresi 33. ayet, Ehl-i Beyt’in her türlü kirden arındırıldığını belirtirken; Şura Suresi 23. ayet, Peygamber’in yakınlarına duyulan sevginin önemini vurguluyor. Mübahale Ayeti ise Hz. Peygamber’in yalnızca Ehl-i Beyt’ini yanına alarak onların seçkin konumunu ortaya koyuyor. Yılmazçelik hocamız, bu ayetleri yorumlarken Ehl-i Beyt sevgisinin sadece bir aidiyet değil; iman ve ahlakla desteklenen bir sorumluluk olduğunu öne çıkarıyor.
Hadislerde de bu sorumluluk detaylandırılıyor. Hz. Peygamber’in Hz. Fatıma’yı “Benden bir parçadır” diye tanımlaması ve Hz. Ali’ye düşman olanın Allah’a düşman olacağı rivayetleri, Ehl-i Beyt’in özel konumunu ve korunması gereken şerefini gösteriyor. Hocamız, bu rivayetleri aktarırken seyyidliğin sadece soy bağıyla sınırlı olmadığını; aynı zamanda ahlaki duruş ve takva ile anlam kazandığını vurguluyor.
Kitabın en dikkat çekici kısmı, Osmanlı’da kurumsal bir yapı olarak örgütlenen Nakîbü’l-eşrâflık Müessesesi. Bu kurum, seyyid ve şeriflerin soy kütüklerini tutan, haklarını koruyan ve aralarındaki anlaşmazlıkları çözen bir mekanizma olarak işliyordu. Yılmazçelik hocamız, müessesenin yalnızca idari bir yapı olmadığını; aynı zamanda Ehl-i Beyt’e duyulan saygının resmi bir tezahürü olduğunu gösteriyor. Müesseseye kayıtlı olmak toplumda prestij sağlarken, sahte seyyidlik iddialarına karşı alınan önlemler de kitabın önemli noktalarından biri. Buradan çıkan mesaj net: soy bir unvan değil, sorumluluktur.
Kitaptan çıkan bir diğer önemli çıkarım, Ehl-i Beyt mensuplarının toplum içindeki rollerinin yalnızca soylarına değil; ahlaki ve manevi rehberlikleri üzerinden değerlendirilmesi gerektiğidir. Yılmazçelik hocamız, Nakîbü’l-eşrâflık müessesesinin tarihsel işleyişini aktarırken bu kişilerin sadece soylarıyla değil, ahlak ve takvalarıyla örnek olmalarının önemini vurguluyor. Buradan kendime ve okurlara sormak istiyorum: Bugün biz, Ehl-i Beyt’in mirasını kendi hayatımıza ne kadar taşıyoruz? Sadece unvan veya aidiyet ile mi, yoksa ahlaki duruş ve toplumsal katkı ile mi bu sorumluluğu yerine getiriyoruz? Soy, tek başına bir değer mi, yoksa takva ve ehliyetle mi anlam kazanıyor?
Kitap, sonuç bölümünde bu mesajı pekiştiriyor. Hz. Ali’ye atfedilen “Bizi seven, bizim gibi amel etmelidir ve takva elbisesi giymelidir” sözü, Ehl-i Beyt sevgisinin takva ve ibadetle somutlaşması gerektiğini hatırlatıyor. Yılmazçelik hocamızın eseri, tarihî belgeler ile manevi öğretileri bir araya getirerek Ehl-i Beyt sevgisini mezhepler üstü bir değer olarak sunuyor. Çalışmada katkısı bulunan Seyyit Hüseyin Ağaçkıran, kitabın ilmî bütünlüğünü güçlendirmiştir.
Sayın İbrahim Yılmazçelik ve Seyyit Hüseyin Ağaçkıran hocalarımızın özverili çalışmalarıyla ortaya son derece kıymetli bir eser çıkmış; tarih araştırmacılarına olduğu kadar manevi derinlik arayan okurlara da ışık tutmaktadır.