
Kökle İnanç Arasında: Türk'ün Müslümanlaşma Serüveni
Tuba Rahmet Ekinci
Tarihin akışı içinde bazı kavşaklar vardır ki bir halkın kaderi, sadece yön değil anlam da değiştirir. Türklerin İslamiyet’e yönelmesi işte böyle bir dönemeçtir. Bu yöneliş, bir kimlik çatışmasının değil, bir bütünleşmenin ve yeniden doğuşun hikâyesidir.
İslamiyet, Arap yarımadasında doğmuş olsa da farklı coğrafyalarda farklı renkler kazanmıştır. Türklerle buluştuğunda ise bu inanç, yeni bir hâl aldı; devlet dili oldu, ordu ahlâkı oldu, şehir mimarisi oldu. Çünkü Türkler, inancı yalnızca bireysel bir bağlılık olarak değil; hayatın tamamını kuşatan bir nizam olarak gördüler.
Bu süreç, zannedildiği gibi bir fetih ya da zoraki kabul değil, aksine uzun soluklu bir tanıma ve benimseme yolculuğuydu. İlk temasların ticaret ve askeri ittifaklarla kurulduğu bu dönem, zamanla gönüllü kabullere dönüştü. Talas Savaşı, bu yakınlığın siyasal eşiğiydi; Karahanlılar ise bu tercihi devlet aklıyla kurumsallaştırdı.
İslamiyet’in tevhid inancı, Türklerin Gök Tanrı anlayışıyla çatışmadı; aksine pekişti. Sade, doğrudan ve kapsayıcı olan bu inanç yapısı, Türklerin sosyal ve kültürel yapısıyla kolayca bütünleşti. Tasavvufî yorumların, Yesevî çizgisinin, irfan merkezli İslam anlayışının bu süreçteki rolü de yadsınamaz. İnanç, bozkırın diliyle konuşmaya başladı.
Ancak bu kabul yalnızca bir yöneliş değil, aynı zamanda bir yükselişti. Türkler yalnızca İslam'ı almadılar; onu taşıdılar, yücelttiler, yeni coğrafyalara götürdüler. İslam, Araplar arasında doğdu; ama Türklerle beraber küresel bir güç hâline geldi.
Bu yalnızca siyasal bir genişleme değil, aynı zamanda bir medeniyet evrimidir. Çünkü Türklerle birlikte İslam, doğunun hikmetini batının coğrafyasına taşıdı; Anadolu’da şehir, Balkanlarda vakıf, Orta Asya’da irfan oldu.
Medreselerle ilim yaydılar, kervansaraylarla yol açtılar, vakıflarla adaleti kurdular. İslam, Türklerle sadece bir inanç değil, bir medeniyet taşıyıcısı kazandı.
Bugün hâlâ “kimlik” tartışmaları gündemimizde. Oysa geçmişimiz bize gösteriyor ki inanç ile kök aynı bedende yaşayabilir. Türk’ün Müslümanlaşması, bir özden vazgeçiş değil; o özü yeni bir dille yaşatabilmenin başarısıdır.
Kimliğimizi ararken yitirdiğimiz şey, belki de bu zarif dengeyi hatırlamak olmalı: İnancını yitirmeden medeniyet kurabilen bir milletin yürüyüşü.