Tuba Rahmet Ekinci

Gökyüzünü Yeryüzüne İndiren Firuze Taşının Tarihi

Tuba Rahmet Ekinci

Değerli okurlar, ne zaman bir Selçuklu eseri görsem, bir medresenin kapısından girsem veya bir müzede o çinilerle karşılaşsam, gözüm hep o eşsiz gök mavisine takılır. Bana göre o renk, sadece bir süsleme değil, bir ruh halidir. İşte bu hafta sizlerle, o ruhun kaynağına, adını dahi bizden alan Firuze taşına yolculuk yapacağız.

Bazen bir renge bakarsınız, ama aslında binlerce yıllık bir tarihi, bir medeniyetin imzasını ve bir inancın derinliğini görürsünüz. İşte o renk “Türk mavisi”, o taş ise Firuze’dir. Avrupa’nın bile “Turkuaz” (Türk Taşı) diyerek ismini bizden alan bu cevher, sadece bir süs eşyası değil, Selçuklu kubbelerinden sultanların zırhlarına uzanan kutsal bir semboldür.

Bir taşı özel kılan nedir? Parlaklığı mı, nadir bulunması mı? Firuze söz konusu olduğunda, cevap bunların çok daha ötesindedir. Onun hikayesi, rengini aldığı gökyüzü kadar derin ve Orta Asya bozkırlarından Anadolu medreselerine kadar geniştir.

Yolculuğu, bilinen en eski medeniyetlerde başlar. En kaliteli firuze yataklarının bulunduğu İran (özellikle Nişabur bölgesi), Afganistan ve Sina Yarımadası, bu taşı binlerce yıldır “kutsal” kabul etmiştir. Antik Mısırlılar onu nazara karşı en güçlü tılsım olarak görmüş, firavunların mezarları bu taşla süslenmiştir.

Ancak bu taşa kimliğini, felsefesini ve asıl şöhretini verenler şüphesiz Türkler olmuştur.

Orta Asya’da Şamanizm dönemlerinden beri firuze, “Gök Tanrı”yı temsil eden kutsal bir taş olarak kabul edilirdi. Kötü ruhları uzaklaştırdığına, sahibine cesaret ve güç verdiğine inanılırdı. Selçuklu İmparatorluğu döneminde bu taş, bir “medeniyet imzası” haline geldi.

Haçlı Seferleri sırasında Anadolu’ya gelen Avrupalı şövalyeler ve tüccarlar, bu göz alıcı mavi taşı ilk kez Selçuklu Türklerinin mimarisinde, silahlarında ve mücevherlerinde gördüler. Taşı Avrupa’ya “Türklerden gelen” anlamında “Pierre Turquoise” (Türk Taşı) adıyla götürdüler. Bugün kullandığımız “turkuaz” kelimesi, doğrudan doğruya bizim kültürel mirasımızın bir yansımasıdır.

Selçuklular, firuzeyi hem mimaride hem de günlük ve savaş yaşamında kullanarak taşın değerini ve anlamını en üst seviyeye çıkardılar. Bu taş, hem göz alıcı bir süsleme hem de manevi ve koruyucu bir sembol olarak önem kazandı.

Bugün firuze taşı belki o “tılsımlı” gücünü modern dünyada yitirmiş gibi görünebilir, ancak mirası devam ediyor. Takı sanatında hâlâ en çok tercih edilen doğal taşlardan biridir. Onun rengi olan “turkuaz”, bugün hâlâ huzurun, dengenin ve korumanın rengi olarak kabul edilir.

Elimize bir firuze taşı aldığımızda, aslında sadece bir mineral parçasına dokunmuyoruz. Binlerce yıl önce Nişabur madenlerinden çıkarılan, bir Selçuklu ustasının çiniye dönüştürdüğü, bir askerin miğferinde taşıdığı ve bir sultanın sarayını süsleyen derin bir hafızaya dokunuyoruz.

Firuze, gökyüzünün yeryüzündeki parçasıdır ve en önemlisi, adıyla sanıyla bizim taşımızdır. Tarihe bu küçük, parlak pencerelerden bakmak, o insanların hayallerine ve inançlarına dokunuyormuşum hissini veriyor.

Bu taşın anavatanı sayılan İran’dan hediye gelen firuze takılarıma her dokunduğumda, bu hissi daha da derinden yaşıyorum. Onlar benim için sadece bir mücevher değil, Nişabur’dan Konya’ya uzanan binlerce yıllık bir hikâyenin canlı bir parçası. Firuze taşı gibi zarif ve anlamlı…

Sevgiyle kalın.

Yazarın Diğer Yazıları